Hepimiz etkileyici nutuklar çekmek veya bir başkalarını eleştirmek istediğimizde sık sık "adâlet, liyakat, ehliyet ve istişâre" gibi kavramlara başvurur, her türlü olumsuzluğun sebebi olarak, muktedir muhataplarımızın yönetim yetkisini kullanırken bu ilkeleri gözetmediğinden yakınırız.
Somut bir örnek olması bakımından bilhassa muhalif unsurların, iktidar yetkisini kullananlara karşı ileri sürdükleri itirazların başında, "yönetim esasları olarak ehliyet ve liyakâtin terkedildiği" adam kayırma, çapsızlık veya vasatlaşma ve adâletsizliğin hâkim olduğu yönünde şikayetler gelir.
Beklenir ki bu tür yakınmalarda bulunan başta muhâlif siyasi partiler olmak üzere, diğer sosyal yapılar, savundukları amaçlarını gerçekleştirmek üzere kendi mensubu olan insan kaynaklarını verimli şekilde kullanabilsin ve "ehliyet, liyakât ve adâlet" ölçülerini sıkı sıkıya koruyor ve uygulayabiliyor olsunlar.
Düşünsenize, rakiplerinin aksine bu ilkeleri sıkı sıkıya uygulayan bir siyasal yapının, diğerlerini olumlu anlamda etkilememesi mümkün müdür?
Oysa hepimiz biliyoruz ki, bu yöndeki şikayetleri kolaylıkla, inançsız ve soyut bir şekilde dile getiren kişi veya kurumsal yapılar, kendi "iktidar alanlarını" oluşturduklarında "adâlet, liyakât, ehliyet" gibi ölçüler yerine, "yakınlık, biât, sadâkat" gibi ölçülerin ve şahsi tercihlerin daha isabetli ve faydalı sonuçlar verdiği gibi subjektif bir inancın konforuna ulaşıyorlar.
Daha önceki şikayetleri de, kendi süfli amaçlarına ulaşmak için elverişli meşruiyet devşirme vasıtası olmaktan ibaret kalıyor. Bu inançsız ve samimiyetsiz temenniler için, bu topraklarda üretilmiş ne de güzel bir söz vardır; "bal bal demekle ağız tatlanmaz."
Kendini sürekli tekrarlayan çelişkili bu süreçlere son vermenin veya bu iki yüzlülüğü aşmanın yolunun ise; doğruluğunu tartışmasız kabul ettiğimiz, hatta bu ölçüleri gözetmenin aynı zamanda dinimizin de emri olduğunu beyan ettiğimiz bu ilkeleri hayata geçirmenin, rasyonel kurum ve kurallara ve mekanizmalara bağlanmaktan geçtiğini anlamamız gerekmektedir. Bu anlamda "yalancı çoban" hikayeleri yerine, kurum ve kuralların objektif ve yansız işleyişlerine güvenmek zorundayız.
Akıl, bilim zihniyeti ve yüksek bir hukuk bilincini gerektiren fikri çözümlemeleri yapabilmek için de, kerâmeti kendinden menkul fânilerin, efsanelerin, mitolojik unsurların etkisinden kurtulmuş ve hür bireylerin üreteceği entelektüel bir kapasiteye ulaşmak gerekmektedir. Bu kapasiteyi üretmek görevi de öncelikli olarak o toplumun içindeki aydınlara düşmektedir.
Özetle; inandığımız ve doğruluğunu kabul ettiğimiz temel değer ve ilkelerin hayata geçebilmesi için, o ilkelere soyut bir şekilde vurgu yapmak yetmez. O değer ve ilkelerin objektif ve rasyonel kurallar doğrultusunda, akıl ve bilim ölçüleriyle işlerliğe kavuşturulmuş süreçlere ve kurumsal mekanizmalara bağlanması gerekmektedir.
Bu türden bir çözümleme ve beceriyi mensup olduğumuz sosyal ve siyasi yapılarda gösterdiğimizde ise; doğruluğuna ve faydasına inandığımız "değer ve ilkelerin" birbirini olumlu anlamda etkileyeceği kurumsal yapılar vasıtasıyla ve bütünüyle hayata geçeceğini, beşeri sermayemizi hebâ ettiğinden yakındığımız, muktedirlerin kişisel ve keyfi uygulamalarının da her alanda son bulmuş olduğunu görmüş olacağız.
Unutmayalım ki, her parlak medeniyetin temelinde, o milletin sahip olduğu insan kaynaklarının bilimsel ölçülerde verimli ve akılcı kullanılmış olması ve yüksek bir kurumsallaşma düzeyine ulaşacak şekilde bir organizasyon kabiliyeti ve entelektüel kapasitesi vardır. Bu anlamda tarih boyunca kendi kurumlarını inşa edememiş hiç bir medeniyet mevcut değildir.
Organizasyon anlamında "teşkilatçılıkları" ve "kolay devlet kurmalarıyla" övünen Türk milleti, vasatlaşma düzlemi, bedevilik kültür ve ikliminden kurtulmak şartıyla, zamanın ruhuna uygun olarak hukuki ve rasyonel kurumsallaşma düzeyine ulaşmayı kolayca becerecek kadar kültürel ve genetik kodlara sahiptir diye düşünüyorum.
Bu beceri ve kapasiteyi üretemediğimiz takdirde; devletimiz ve diğer siyasi yapılarımızın kuruluş ve işleyişinde nesilden nesile anlatacağımız, içinde bedevilik kültürünün mirası "haksızlık, aldatılma, öç alma, intikam, iki yüzlülük, ihânet, yanaşmalık ve hayal kırıklıkları" bulunan ve aynı zamanda toplumsal huzursuzluk kaynağı olan, bir birine benzer hikayelerden oluşan ve hiç kimsenin işine yaramayan gereksiz tecrübelerimiz olur sadece.
GELECEĞE DÂİR GÜZEL ÜMİTLERİMİZ DÂİM OLSUN !
Sevgilerimle,
Rubil GÖKDEMİR
DemokratikDeğişimHareketi